18. Bölüm :
Hasan, artık bir başka bakıyordu
içinde bulunduğu eve. Salondaki tüm duvarları, duvarlardaki tabloları,
koltukları, az ötede duran pikabı, sehpa üzerine dizilmiş birkaç aksesuarı teker
teker inceledi. Tek bir tanıdık objeye rastlayamadı. Eğer bir duruşma anında
sorulsaydı daha önce bu eve hiç gelmedi hususunda içi çok rahat bir şekilde
yemin edebilirdi. Pikabın yanında, yerde sıralanmış plakları aldı eline. “Müzik
zevklerimiz yakınmış” diye geçirdi içinden, Safiye Ayla, Zeki Müren, Bülent
Ersoy ve Ahmet Özhan’a ait yeni basım plakları teker teker yerinden alıp, uzun
uzun baktı ilk kez görüyormuş gibi. Bu oda da olup da daha önce dokunduğu,
eline aldığı, gördüğü, hissettiği, soluduğu hiçbir şey olmadığına emin olmak
istedi. Ve oldu da.
Evin diğer odalarında neler
olduğuna bakmak istedi kimseyi rahatsız etmeden. Meltem çoktan uyumuştur diye
geçirdi içinden. Yusuf ‘unda kendine bir oda bulup yerleştiğini varsayarak
kimseyi rahatsız etmeden evde dolaşabileceğine kanaat edip çıktı salondan.
Koridorun hemen başında eve giriş istikametinde sağ tarafta bulunan kapısı
hafif aralık ve içerisi alaca karanlık odayı gördü ilkin. İçeri girip
girmemekte tereddüt etti. Zira bir yabancının evinde öyle gelişi güzel
dolaşmanın adaba uygun olmayacağını düşünüyordu. Diğer taraftan evin sahibinin
artık yaşamıyor olması, öbür taraftan belki de evin sahibi ile çok yakın bir
ilişkisi olduğu ihtimallerini bahane ederek uzandı kapı koluna. Koridorda yanan
ışığın hafifçe aydınlattığı oda girişinden içerisinin tahmin ettiğinden de
büyük olduğunu fark edip şaşırdı. Muhtemelen az önce bulunduğu salondan bile
daha irice bir yaşam alanı olarak dizayn edilmişti burası. Işıklara kumanda
eden elektrik düğmesine basarak aydınlattı bu gizemli mekanı. Kısa kenarları
boydan boya kütüphane olarak tasarlanmıştı dikdörtgen odanın. Her iki tarafta
konuşlanmış kütüphaneler yerden tavana kadar uzanıyor ve yüzlerce kitap
barındırıyordu raflarında. Hafif bir
küf kokusunun hakim olduğu odanın orta kısmına kapıya doğru bakan koyu renk masif
bir çalışma masası yerleştirilmiş, masanın hemen önüne konulan iki misafir
koltuğu ile alan zenginleştirilmişti. Çalışma masanın üzerinde iki kitap ve
birkaç belge ile masayı aydınlatan mini bir lambadan başka bir şey yoktu.
İçeride dikkati çeken bir sessizliğin var olduğunu fark edince ürperdi. Az önce
içinden geçtiği ve açık bıraktığı kapıyı hafifçe kapatırken anladı odanın en
büyük özelliğini. Özenle dekore edildiği belli olan bu oda çalışma alanı olarak
kullanılmaktan başka amaçlara da hizmet etmiş olmalı diye geçirdi içinden.
Cebinden çıkardığı, Yusuf ‘un kendisi ile iletişim kurmak için verdiği cep
telefonunun tuş kilidini açtığında emin oldu bu varsayımından. Burası dışarı
ile tüm iletişimin kesildiği türden bir sağır odaydı. Cep telefonunu şebeke
sinyali tamamen kesilmiş durumdaydı. Odanın kütüphane barındırmayan duvarları
ahşap lambri ile kaplanarak burada ağırlanan ya da toplantı yapılan
misafirlerin ürkmemeleri için yalıtım kamufle edilmiş, özellikle gizlenmiş
olmalıydı.
Hasan, çok sevdiği sahaf kokusu
ile doldurdu ciğerlerini. Kitaplara, özellikle de eski kitaplara karşı büyük
bir sevgisi olduğu aşikardı. Bütün bu olanları geride bırakıp, yalnızca
kitaplar ile hasbihal edebileceği bir işe sahip olma hayali ile gülümsedi bir
an. Masanın üzerinde bulunan kitaplara bakmak için odanın ortasına doğru yürüdü.
Gözüne ilk çarpan, Adolf Hitlerin KAVGAM isimli kitabıydı. Cildine baktığında
en az 50 yıllık olduğunu tahmin etti. Kitabın cilt kapağını çevirerek ilk
sayfasında yer alan basım yılına bakınca tahmininde başarılı olduğunu görüp
gülümsedi. Alman Devlet kütüphanesi envanterine kayıt edilmiş kitap 1946
yılında basılmıştı. Büyük ihtimalle diyerek, Doktor Zimmerman ‘ın ailesine ait
koleksiyondan alındığını varsaydı. Rastgele bir sayfasını açarak yapışkan kağıt
ile işaretlenmiş paragrafı okumaya başladı. Böylesine eski ve değerli bir
kitabın sayfalarının çizilmemesi gerektiğini biliyor olmalıydı sahibi.
İçende bulunduğu oda, odaya hakim
olan ahşap ve küf kokusu karışımı kafeine karşı, karşı koyulmaz bir istek
uyandırdı içinde. İnşallah mutfakta kahve ya da türevi bir şey bulabilirim
düşüncesiyle odadan geri dönmek üzere ayrıldı. Dış kapının hemen yanına
konuşlandırılmış dar ve uzun mutfağa, eve girerken hiç dikkat etmemiş
olmalıydı. Cilasız ahşaptan yapılmış mutfak tezgâhlarının üzeri neredeyse
bomboştu. Set üstü ocağın üzerinde gördüğü bialetti kahve demliği hazine bulmuş
sevinci yaşattı Hasan’a. Bialetti tamamdı, tamam olmasına ama kahve yoksa tek
başına bir işe yaramazdı. Mutfak
tezgahının pencereye yakın tarafında prize takılı halde duran birkaç küçük ev
aleti arasında kahve öğütücüsünü görünce yeniden ışıdı gözleri.
Ama gecenin bu saatinde bu
makinadan çıkacak gürültüyü hesaba katmadığını fark ederek bir an üzüldü sonra bu
evde sessiz olması gerektiği her zaman yaptığı gibi üstten ikinci çekmecede
bulunan, Gaziantepli bir dostu tarafından hediye edilmiş bakırdan yapılma el
değirmenini alarak usulca öğütmeye başladı kahveyi.
Kolu bir tur attığında anlamıştı
her şeyi, ve işte o anda gözlerinden iri iri damlalar dökülmeye başladı. Az
önce odada eline aldığı kitabın üzerinde Kavgam yazmıyordu, orda yazan apaçık Mein
Kampf ‘tı, kitap orijinal Almancaydı. Ve hiç yadırgamadan okumuştu
kendisini Hasan zanneden Ali.
Onu, bütün bu olaylar olurken
sessizce uzaktan izleyen Yusuf, mutfağa girdi, tezgâhın üstüne bir zarf
bıraktı. “Sana, bu işlerin peşini bırakıp gitmeni söylemiştim. Beni
dinlemeliydin Ali” dedi, dostuna sıkıca sarıldı, sonra mutfağı ve evi terk ederek tek kelime
etmeden çıkıp gitti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder